loading...

Genel

“Bir Testi Su” hikayesi neyi anlatıyor?

By  | 

Mesnevi’de geçen “Bir Testi Su” hikayesi neyi anlatıyor? İbret dolu hikayede kendimize çıkarmamız gereken dersler neler? Bir testi suyun bir testi altına dönüşmesindeki sır…

loading...

“Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, hikmetle, sırlarla ve güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki bu ilim, hikmet ve güzellik, Allâh’ın Dicle’sinden ancak bir katredir.”

loading...

“O bedevî, Allâh’ın Dicle’sinden bir katreyi görseydi, hakîkatte ilâhî kudret, azamet ve sırlar deryâsı olan o katrenin önünde testisini atardı.”

BİR TESTİ SU HİKAYESİ

Çöl ortasında fakir bir bedevî, çadırında hanımıyla oturuyordu. Bir gece hanımı:

“–Bütün yoksulluğu, cefâyı biz çekiyoruz. Herkesin ömrü bollukla geçiyor. Sadece biz fakiriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü, suyumuz gözyaşı. Gündüzün elbisemiz Güneş, geceleyin döşek ve yorganımız Ay ışığı. Açlığımızdan dolunayı okkalık ekmek sanarak, gökyüzüne saldırıyoruz. Yoksulluktan dolayı havada uçan sineğin damarının kanını emmedeyiz. Bizim hâlimiz ne olacak böyle?” diye dert yandı.

Bedevî şöyle cevap verdi:

“–Be kadın, daha ne zamana dek dünyâ malını arayıp duracaksın? Şu dünyâda ne kadar ömrümüz kaldı? Akıllı kişi rızkın azına çoğuna bakmaz. Çünkü ikisi de gelip geçicidir, sel gibi akıp gider.

Bilesin ki, gönüllerimizdeki dünyâ keder ve gamları, hep bizim varlığımızın ihtiras tozundan, hırs bataklığından meydana gelmektedir. Allâh’ın mülkünde yaşıyoruz. O’nun verdiği rızıklarla merzûkuz. Kanaatten daha güzel bir zenginlik olabilir mi? Bu böyle, şu şöyle demek, şeytanın içimize düşürdüğü kuruntu ve vesveselerden başka şeyler değildir.

Ey hanım! Bolluğa alışmak kadar kötü bir şey yoktur. Çünkü alışılmış şeylerden firâk, çok güç olur. Bedenine tapan, yâni nefsinin her arzusunu yerine getiren kimsenin canı tatlılaşır, günü geldiğinde teslim ederken çok zorluk çeker. Sen bunu idrâk et de, başıma gelecek olanı zorlaştırma!

Ey hanım! Gençken daha kanaatkâr idin, yaşlandın hırsın arttı. Altın istiyorsun; hâlbuki önceden altından daha kıymetliydin sen. Eşin, benzerin yoktu. Ne oldu sana ki, bu hâlini terk ettin de fânî ve gel-geç şeylerin isteğine düştün?..”

Hanımı bunları dinlemiyor, üstelik öfkesi arttıkça artıyordu. Devamla:

“–Ey nâmustan gayri bir şeyi olmayan adam! Artık senin yaldızlı sözlerinden bıktım. Hâlimize bak da utan! Bana kanaatten bahsediyor ve gururlanıyorsun. Ne vakte kadar bu çalım? Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın? Sen açlıktan havadaki çekirgenin damarını vurmaya çalışırken, nasıl olur da, bey ve paşalarla adım atmaya kalkışabilirsin? Bana öyle horlukla, kötü kötü bakma ki, senin damarlarında nelerin dolaştığını, içinden ne kötülüklerin geçtiğini söylemeyeyim. Gâfil kurt gibi üstüme atılma! Senin gibi, insanı utandıracak bir akla sâhib olmaktansa, akılsız olmak daha iyidir.” dedi.

Kocası sükûnetle cevap verdi:

“–Sen kadın mısın, yoksa keder kumkuması mı? Yoksulluğumla ben iftihâr ederim. Başıma kakma! Mal, mülk ve para, başta külâh gibidir. Külâha sığınan keldir. Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalan kişidir ki, malıyla ayıbını örter. Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; peygamberlerin ve velîlerin nîmet bellediği fakirliğe hor bakma! Bu fakr hâliyle Rabb’ime daha yakın olup bambaşka bir ganîmete nâil oluyorum. Allah göstermesin, benim dünyâya karşı tamâhım yok. Gönlümde, kanaatten bir âlem var. Ey kadın! Kavgayı, darılmayı bırak! Bırakmayacaksan, hiç olmazsa beni bırak! Benim kavga etmeye mecâlim yok. Savaşlar şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte. Susacaksan ne âlâ, eğer susmazsan, şimdi evimi barkımı bırakır, kuru başımı alır giderim!..”

Kadın, kocasının bu ayrılık sözleri üzerine ağlamaya başlayarak gözyaşlarına büründü; pişmanlık gösterdi. Benliğini bırakıp yokluk yoluna düştü de kocasına nedâmetle:

“–Ben hanım değil, senin ayağının toprağıyım. Bedenim, canım, varım ve yoğum hep senindir. Senin için bir kere değil, her nefeste tekrar tekrar ölmek isterim. Senin bana söylediğin şeyler karşısında artık candan da tenden de vazgeçtim.

Niçin ayrılıktan söz ediyorsun? İşte îtirâzı ve kınamayı bir kenara bıraktım; candan özürler diliyorum. Meğer senin padişahça huyunu tanıyamayıp sana küstahlık etmişim. Ama şimdi büyük bir pişmanlıkla sana boynumu uzatıyorum; istersen vur, istersen ayağının altına al beni!..” dedi.

Ardından içli hıçkırıklarla ağlamasına devam etti. O gözyaşı yağmuru arasında bir şimşek çaktı. O şimşekten, eşsiz ve vefâkâr bedevînin gönlüne bir kıvılcım düştü. Nihâyet bedevî, karısının gözyaşlarına dayanamadı, söylediklerine pişman oldu.

Onun şefkatli gönlünü kaplayan bu pişmanlığını sezen kadın, kocasına şu aklı verdi:

“–Testimizde yağmur suyu var. Malımız mülkümüz de bundan ibâret. Bu testiyi al, git. Pâdişahlar Padişâhı’nın huzuruna gir, armağanını sun. De ki:

«–Bizim bundan başka, hiçbir malımız mülkümüz yok, çölde de bundan iyisi hiç bulunmaz… Pâdişâhımızın hazîneleri varsa, bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur…»”

Zavallı kadın, Bağdat’ın ortasından şeker gibi Dicle’nin akıp gitmekte olduğunu ne bilsin, testisindeki suyu övüp duruyordu.

Kocası da bu övgüye katılmış:

“–Kimin böyle bir armağanı olabilir? Gerçekten de bizim bir testi yağmur suyumuz ancak pâdişahlara lâyık!..” diyordu.

Bedevî, testisini bir keçeye sardı, ağzını sıkıca kapadı. Sırtına alarak Bağdat yoluna düştü. Testi kırılmasın, hırsızlar çalmasın diye gece gündüz gözü gibi koruyordu. Günler, haftalar sonra Bağdat’a geldi. Sora sora halîfenin sarayını buldu. Kapıya dayandı. Muhâfızlar ne istediğini sordular. Fakir bedevî:

“–Ey muhterem kişiler! Ben garip bir bedevîyim. Pâdişâhın lutfunu umarak çöllerden geldim. Bu armağanı sultâna götürün, pâdişahtan murâd isteyeni ihtiyaçtan kurtarın! Tatlı, lezzetli su. Çölde, yağmur sularından biriken gölden doldurulmuştur. Testim de güzel, yepyeni…” dedi.

Halîfenin adamları, bu saf, tertemiz yürekli bedevîye önce gülecek oldular, sonra da onun bu iyi niyetlerle bezenmiş armağanını canla başla kabul ettiler. Bedevî, sarayın hemen altında gürül gürül akan Dicle’den habersiz, bekliyordu.

Bedevînin su testisi halîfeye sunulunca, halîfe bundan çok memnun oldu, bedevîyi huzûruna kabul etti. Bedevînin gönlünü aldı, yeni elbiseler giydirdi, sonra da adamlarına:

“–Testiyi altınla doldurun, ona verin. Dönerken de onu, gemi ile Dicle yolundan götürün. O çöl yolundan gelmiş. Dicle yolu yurduna daha yakındır. Buradan memleketine dönsün!” emrini verdi.

Bedevî gemiye binip Dicle’yi görünce büsbütün şaşırdı. Asıl şaşkınlığı ise, bu kadar suyu bol Dicle Nehri varken, halîfenin, bir testi çöl suyunu kabul etmesiydi. Allâh’a candan şükürler eyledi.

MESNEVÎ BAHÇESİNDEN “BİR TESTİ SU”

“Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki bu ilim ve güzellik, zuhûru zâtının muktezâsı olan ve zuhûr etmemesine imkân bulunmayan Allâh’ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Mârifetine muhabbet etti. Böylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline soktu. O bedevî, Allâh’ın Dicle’sinden bir katreyi görseydi, hakîkatte bir deniz olan o katrenin önünde testisini atardı.”

Hikâyede bedevî aklın, karısı ise nefsin sembolüdür. Akıl ile nefis, devamlı mücâdele hâlindedir. Bunlardan her ikisi de topraktan yapılmış beden mülkünde otururlar. Gece gündüz devamlı kavga hâlindedirler. Nefsin sembolü olan kadın, bedenin ihtiyaçlarını ortaya döker, yâni şeref ister, mevkî ister, iltifat ister, giyecek ister, lezzetli yemekler ister. Zaman zaman da, bu ihtiyaçlarına çâre bulmak için türâbîleşir, tevâzu gösterir. Bazen yüzünü toprağa sürter, kendisini acındırır; bazen de büyüklük taslar, zirveler arar.

Aklın ise, bedene âit düşüncelerden haberi yoktur. Onun müfekkiresinde ancak Allah muhabbeti ve aşkı vardır. O, sevgiyi kaybederim korku ve hüznü içindedir.

Hikâyedeki halîfe, Cenâb-ı Hakk’ın ilminin sonsuzluk Dicle’sidir. Dicle Nehri’ne bir testi yağmur suyu götüren bedevî, bu işte mâzurdur. Çünkü o, Dicle’yi bilmiyordu. Çölde Dicle’den çok uzak bir şekilde yaşıyordu. Dicle’den haberi olsaydı, o testiyi çöllerde taşımaz, belki onu taşlara çarparak kırardı. Yâni « مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا » “Ölmeden önce ölünüz.” sırrına nâil olabilmek için kendisini nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesine tâbî tutarak ilâhî bir muhâsebe içinde Dicle’den haberdâr olmaya çalışırdı.

Nefsi temsil eden kadınla, aklı temsil eden bedevî, bilmiyorlardı ki, asıl kıymet ve ilâhî lezzet, vücûd testisindeki irfan suyundadır. Bu da, ancak mârifet deryâsından nasîb almaya bağlı bir keyfiyettir.

Diğer taraftan hikâyedeki “Halîfe Kapısı”, “Dergâh-ı İlâhî”yi temsil eder.

Mü’min her ne kadar ilim, irfan, mal-mülk ve ibâdet sahibi olursa olsun, bu meziyet ve imkânlarına aldanmamalı ve güvenmemelidir. Bu değerlerin hepsini Rabb’inin lutfu bilip, şahsî amellerinin de, Dicle’nin yanında bir testi su olduğunu unutmamalıdır.

Bedevînin çölde binbir çile ile biriktirip Halîfe’ye takdîm ettiği bir testi su, kendisi için çok kıymetli bir hayat iksîri idi. Hâlbuki Dicle’nin içine dökülünce kaybolup gitti.

İnsanoğlunun beşerî imkânlarla hakîkatine ermeye çalıştığı, ilâhî tanzim ve sanattan anlayabileceği, onun aslî hakikati karşısında Dicle’nin bir damlası bile değildir. Hikâyede geçen su testisi, bizim nokta kadar olan bilgilerimizdir. Ancak bizler, Allâh’ın sonsuz Dicle’sinden habersiz olduğumuz için, kendi bilgilerimizin çok geniş ve hacimli olduğunu zannederiz. Bu ise, ancak bir karıncanın, kendi ufacık yuvasını veya bir balığın, akvaryumunu büyük bir kâinat zannetmesi gibidir.

İnsanın, gafleti neticesi kendi cüceliğine bakmadan âdetâ bir dev aynasının yalanlarına kanıp da misâlimizdeki karınca ve balığın durumuna düşmesi, ne büyük bir aldanıştır.

Ancak “varlık testisi”ni taşa vuran Hak âşıkları, o testiyi kırmakla onu daha sağlam ve daha mükemmel bir hâle getirir, izâfî ve gölge olan varlıklarının esâretinden kurtulurlar.

Zîrâ varlık küpü kırılınca, içindeki su süzülür, şeffaflaşır, berraklaşır ve rûha billur olur. Yâni bu kırılıştan, müstesnâ zuhûrât ve tecelliyât meydana gelir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“İlâhî, Sen’i tenzîh ve takdîs ederim. Biz Sen’i, Sana lâyık bir mârifetle tanıyamadık.” buyurmuştur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)

Necîb ümmetin yüksek âlimleri de, aczlerini îtiraftan çekinmemişlerdir. İmâm Ebû Yûsuf’a birgün Halîfe Harun Reşid bir mes’ele sorar.

İmâm Ebû Yûsuf:

“–Bilmiyorum.” diye cevap verir.

Halîfenin yardımcısı, İmâm Ebû Yûsuf’a:

“–Maaş ve tahsîsâtınız varken bilmiyorum diyorsunuz!..” der. Cevâben İmâm Ebû Yûsuf da:

“–Benim maaşım ilmime göredir. Cehlime göre verilecek olsa, hazîne yetmezdi…” der.

Allâme İmâm Gazâlî de;

“Bildiklerime nisbetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım göklere değerdi.” buyurmakla aczini îtirâf edip tevâzu göstermiştir. Bu büyük insanlar, bildiklerinin değil, bilmediklerinin çokluğunu îtiraftan çekinmemişlerdir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilmin felâket ve selâmet merhalelerini şöyle ifâde buyururlar:

“İlim üç karıştır. Birinci karışa ulaşan (elde ettiği birazcık mâlumâtı kendine mâl ederek) gurur ve kibre kapılır. İkinci karışa ulaşan (ilâhî kudret ve saltanat karşısında) hayrete düşer. Üçüncü karışa ulaşan da (Hakk’ın nihâyetsiz ilminin farkına varır da kendisinin o sonsuz ilim içerisinde hiçbir şey) bilmediğini idrâk eder.”

İnsanoğlunun istinâd etmek temâyülünde bulunduğu amellerine ehemmiyet izâfe etmesi, Dicle’nin yanında bir testi su değil midir?

Allah korusun, kesif bulutların Güneş ışığına mâni olması gibi kalbin şeytana taht olması hâlinde, Rahmân’ın hidâyeti oraya ne kadar ulaşabilir? İnsan Dicle’den habersiz olduğu için bir testi suyu umman zannedebilir. Kendi zannında boğulur gider.

loading...