loading...

DİNİ HABER

Şeb-i Aruz nedir?

By  | 

Büyük velî Mevlana -hazretleri-, ölüm gecesini “şeb-i arûs” (düğün gecesi), yâni dünyâ gurbetinden kurtuluş, vuslata eriş olarak ifâde eder. Ölümün, rûhun hürriyete kavuşup hakîkî bir ölümsüzlük ve ikbâle gidiş olduğunu dizeleri ile anlatıyor…

loading...

Büyük velî Mevlana -hazretleri-, ölüm gecesini “şeb-i arûs” (düğün gecesi), yâni dünyâ gurbetinden kurtuluş, vuslata eriş olarak ifâde eder. Ölümün, rûhun hürriyete kavuşup hakîkî bir ölümsüzlük ve ikbâle gidiş olduğunu, şu mısrâları ile ne güzel ifâde eder:

loading...

“Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu dünyâ derdi var sanma!”

“Benim için ağlama, yazık, «vah, vah!» deme! Beni toprağa verdiklerinde de «vedâ, vedâ!» (ayrılık, ayrılık) deme!”

“Mezar bir perdedir ki, onun arkasında cennetin huzûru vardır!”

“Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret! Güneş’le Ay’a gurûbdan hiç ziyan gelir mi?”

“Yere hangi tohum ekildi de bitmedi? Endişelenme! İnsan tohumu bitmeyecek diye telâşlanma!”

“Toprağa konulduğumu zannetme! Ayağımın altında yedi gök vardır.”

Böyle buyuran Hazret-i Mevlânâ’nın rûhu, hiç şüphesiz yedi kat gökleri aşarak Rabb’inde fânî olmuştur.

Hazret-i Mevlânâ diğer bir gazelinde de şöyle der:

“Ey can! Sende bu toprak perdesi ile örtülmüş gizli bir hayat vardır… Burada, gayb âleminde gizlenmiş yüzlerce Yûsuf gibi güzeller mevcuttur…”

“Bu ten sûreti, yâni ceset, toprağa kurban verilince, o can sûreti kalır…”

“O ten sûreti fânî, can sûreti ise bâkîdir…”

“Bil ki ölüm, rûhun bir başka âleme doğması hâdisesinin sancısıdır. Yâni bu fânî âlem için adı ölümdür, ama bâkî ve ebedî olan âlem için adı doğumdur!..”

“Hem değil mi ki, canı Allah almaktadır; bil ki ölüm, has kullar için şeker gibi tatlıdır.”

“Kezâ ölüm, ateş bile olsa, Allâh’a halîl olana güllük gülistanlıktır; âb-ı hayattır.”

“Ölümü korkutucu kılan, onu zorlaştıran, şu ten kafesidir. Teni bir sedef gibi kırdığın zaman, ölümün bir inciye benzediğini sen de göreceksin!..”

İLAHİ AŞKA AŞIK OLAN DOSTLAR

Allah dostlarının en önemli özelliklerinden birisi de, ilâhî aşkla kavrulmalarıdır. Hazret-i Mevlânâ, rûhunda yanan aşk ateşinin ölümle bile sönmeyeceğini, diğer bir beytinde şu şekilde ifâde eder:

“Vefâtımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör!”

Bu sözlerin fâş ettiği aşk hâli içinde Hazret-i Mevlânâ, ömrü boyunca hep bu şekilde yanan gerçek âşıkları aramıştır. Buyurur ki:

“Bana öyle bir âşık gerek ki, içindeki alevden kıyâmetler kopmalı, gönlünün harâretiyle ateşleri bile kül etmeli! Gökler, onun güneşleri solduran nûruna bakıp da «Mâşâallâh, Mâşâ-allâh!» demeli!..”

Üstad M. Es’ad Erbilî -kuddise sirruh-, bu derecede aşk ehli olanların mânevî mertebesini dile getirdiği bir beytinde şöyle buyurur:

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasl etmek

Cesed âteş kefen âteş hem âb-ı hoş güvâr âteş…

(Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Cesed ateş, kefen ateş, şehîdi yıkayacak hoş tatlı su dahî ateş!)

Bir âşığa ölüm döşeğinde sorulur:

“–Ölüm ânında iken nasıl gülebiliyorsun?”

Âşık cevap verir:

“–Uçuyorum… Şimdi bütün vücûdum dudak olmuş gülümsüyor!.. Şu an dudaklarım başka bir gülüşle gülüyor!..”

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ölürken gülmeyen kimseyi muma benzetme! Aşk yolunda ancak mum gibi eriyenler, amber gibi kokular neşrederler.”

Mevlânâ Hazretleri, böylece can dudakları ile gülümseyerek bu âlemden lâhûtî âleme göç etmiş, ömür boyu hasreti ile yandığı düğün gecesi’ne, şeb-i arûs’a kavuşmuştur.

Ardından cemaati, çağlayanlar gibi gözyaşı dökerken o vuslat yolcusunun tabutu da bir dudak olmuştu. Kendi renginde kavrulan bir gül gibi tebessüm dağıtıyordu.

Sultan Veled, İbtidâ-nâme’sinde babasının cenâze alayını şu şekilde anlatır:

“Hicretin 672. (mîlâdî 1273) senesinde ulu Sultan göç etti. Gözler yaşla doldu. Gönüller mâtem içinde inledi. Gayr-i müslim köyleri bile hüzne boğulmuştu. Her temiz insan ona sâdık, her millet ona âşıktı.

Halk:

«O, Hazret-i Peygamber’in nûru ve sırrıdır. Fazîletlerin sonsuz denizidir…» demekteydi.

O gün, kimse yanıp yakılmadan sükûnet bulmadı. Bütün halk büyük bir elem içinde:

«O, bir hazîne idi. Toprak altında gizlendi.» dediler.”

Eflâkî’nin anlattığına göre, Mevlânâ Hazretleri’nin tabutu, halkın izdihâmından dolayı altı kere yenilendi. Ve cenâzesi, öğle namazında kalkmış olmasına rağmen, ancak ikindi namazından sonra makberine varabildi.

Tabib Ekmelüddîn halka:

“–Edebe riâyet ediniz! Teşyî vazîfenizi sükûnet içinde saygı ile yapınız! Bu, hakîkî şeyhlerin sultânı Mevlânâ idi; göç etti…” diyordu.

Vasiyeti gereği Şeyh Sadreddîn-i Konevî, cenaze namazını kıldırmak için tabutun önüne geçince, teessüründen hıçkırmaya başladı. Bayılacak gibi oldu. Kollarına girip kendisini geriye çektiler. Onun yerine Kadı Sirâcüddîn geçerek namazı kıldırdı.

loading...