loading...

Dini Bilgiler

Kuranı Dinlemenin Üzerinizdeki Mucize Tesiri

By  | 

İcaz ne demektir? Kur’an-ı Kerim’in insan psikolojisi üzerindeki etkisi nedir? Kur’an’ın icazı ve insan üzerindeki tesiri…
Îcâz, lügatte bir kimseyi âciz bırakmak veya fersah fersah aşmak mânâsına gelir. Istılâhî mânâda ise Kur’ân-ı Kerîm’in, makamların en yücesinden sâdır olması sebebiyle, ister belâgati yönünden, ister teşrîî değerleri bakımından, isterse de gaybî haberleri cihetinden, onun bir benzerini getirmekten bütün beşeriyetin âciz bulunmasını ifâde eder.

loading...

SON KİTAP

loading...

Allâh Teâlâ beşeriyete lutfettiği son Kitâb’ını en mükemmel bir sûrette ve Arap lisânı ile inzâl buyurmayı murâd ettiğinden, bu dili konuşan insanlara Kur’ân’ın nüzûlünden asırlar evvel başlamak üzere bir talâkat (konuşma güzelliği), belâgat (söz güzelliği) ve edebiyat temâyülü vermiştir. Araplar, çeşitli yarışmalarla bu sahada faâliyet gösterirken, dillerinin daha da inkişâf etmesini sağlamışlar ve netîcede bu lisân, ilâhî kelâmı ifâdeye medâr olacak bir zenginlik ve mükemmellik kazanmıştır.

EN BÜYÜK MUCİZE

Asırlarca devâm eden bu faâliyet sonunda, Araplar arasında îcâzkâr söz söylemek en makbûl bir meslek hâline geldi. Şâirler ve hatipler, toplumda gıpta edilen göz kamaştırıcı bir mevkîye yükseldiler. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber’den -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sâdır olan mûcizelerin en büyüğü, sözlerin zirvesi olan kelâm-ı ilâhî, yâni Kur’ân-ı Kerîm oldu.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en mühim vasıflar, akıl, idrâk, iz’ân ve beyân olduğu için en son ve en mütekâmil kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzı da akıl, beyan ve ilim sahasında tahakkuk etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

اَلرَّحْمنُ. عَلَّمَ الْقُرْآنَ. خَلَقَ اْلاِنْسَانَ. عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

“Rahmân, Kur’ân’ı tâlim buyurdu. İnsanı yarattı, ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)

Kur’ân-ı Kerîm’in kâbına varılmaz îcâzı hakkında lisân âlimleri sayısız eserler telif etmiş ve bunlarda çok dakîk fikirler ortaya koymuşlardır. Biz burada, bunlardan cüz’î bir hulâsa arz etmek istiyoruz.

Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Peygamberliğini îlân edince kâfirler:

وَقَالُوا لَوْلاَ اُنْزِلَ عَلَيْهِ اَيَاتٌ مِنْ رَبِّهِ

“Rabbi’nin katından O’na birtakım mûcizeler indirilmeli değil miydi?..” diyerek îtirâz ettiler.

Allâh Teâlâ onlara şöyle cevap verdi:

قُلْ اِنَّمَا اْلاَيَاتُ عِنْدَ اللهِ وَاِنَّمَا اَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ اَوَلَمْ يَكْفِهِمْ اَنَّا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلَى عَلَيْهِمْ اِنَّ فِى ذَلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرَى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

“…Onlara: «Mûcizeler ancak Allâh’ın katındadır. Ben ise sâdece apaçık bir uyarıcıyım.» de! Kendilerine okunan bir Kitâb’ı Sana indirmemiz onlara (mûcize olarak) yetmiyor mu? Şüphesiz onda îmân eden bir toplum için rahmet ve nasîhat vardır.” (el-Ankebût, 50-51)

KUR’AN’IN İCAZI

Kur’ân’ın îcâzı; belâgat ve üslûbu, muhtevâsının zenginliği, ihtivâ ettiği esasların insanlığı tatmîn etmesi, gaybî haberler vermesi, dâimâ geçerliliğini muhâfaza etmesi, teşrî sahasındaki üstünlüğü gibi pek çok hususta zâhir olmuştur.

Kur’ân’ın mûcize oluşunun en mühim yönünü belâgati ve üslûbu teşkil eder. Belâgat; muhtevâya, maksada, mevzûya ve muhâtaba göre, yâni hâlin gerektirdiği şekilde en uygun sözü söylemektir. Kur’ân-ı Kerîm, ele aldığı bütün hususlarda bunu en güzel bir tarzda gerçekleştirmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, fesâhat bakımından da şâheserdir. Seçtiği kelimelerde, kurduğu cümlelerde ve bunların ifâde ettiği mânâlarda, en ufak bir eksiklik bulmak mümkün değildir.

Kur’ân’da mânâ gibi diksiyon[1] da Cenâb-ı Hakk’a âittir. Onu hadîs-i kudsîden ayıran en esaslı fark budur. Bundan dolayıdır ki Kur’ân metnine âit bir kelimeyi, yine Arapça olan bir başka kelimeyle değiştirmek; kasıtlı olarak yapılırsa kişiyi küfre götürür, hatâ olarak yapılırsa, mânânın belli derecede değişmesi sebebiyle çoğu kere ibâdeti bâtıl kılar. Böyle kasıtlı olmayan yanlış telâffuz veya kelime değişikliklerinin şer’î netîceleri hakkında âlimler fıkıh kitaplarında “zelletü’l-kârî” başlığı altında pek çok hükümler beyân etmişlerdir.

Hâl böyleyken, Kur’ân’ın herhangi bir kimsenin anlayışı seviyesinde ortaya çıkarılmış olan bir tercümesi ile ibâdetin câiz olacağı yönündeki safsatalar, ne hazîn bir îmânî sefâlettir.

KUR’AN ÜSLUBU

Kur’ân üslûbunda mânâ ve lâfız dengesi vardır. O, anlatmak istediği her mânâyı, en güzel ve güçlü bir şekilde ifâde edebilecek lâfzı, değiştirilemeyecek bir kudretle kullanır. Böylece lâfız ve mânâ arasındaki dengeyi, “kelâm” sıfatının mutlak sâhibine has tarzıyla tesis eder. Bu meselede, en güçlü edebiyatçılar bile sonsuz bir acziyet içindedirler.

Bu hususta İbn-i Atiyye -rahmetullâhi aleyh- şöyle demiştir:

“Kur’ân öyle bir kitaptır ki, ondan bir kelime çıkarılsa, onun yerine ikâme için bütün Arap lisânı altüst edilse, ondan daha münâsip bir başka kelime bulmak mümkün değildir.”[2]

Kur’ân-ı Kerîm, kıssa, mev’ıza, cedel, münâzara, târih, teşrî, âhiret, cennet ve cehennem gibi mevzûları, korkutucu ve müjdeleyici âyetleri, mânâlarının şiddetine göre ayrı ayrı üslûp bütünlüğü içinde, fesâhat ve belâgati aynı âhenkte muhâfaza ederek ifâde eder. Bu da, onun ilâhî bir kelâm olmasının muktezâsıdır.

Kur’ân-ı Kerîm aynı anda, değişik zaman ve mekânlarda yaşayan, ilmî seviyeleri birbirinden çok farklı olan bütün insanlara hitâb eder. Değişik seviyeden pek çok kimsenin bulunduğu bir mecliste Kur’ân âyetleri okunduğunda, orada bulunanların her biri, kendi idrâk seviyelerine göre farklı şeyler kavrar. Bu da, yine beşerin tâkat ve gücünün üzerinde bir keyfiyettir.

Velhasıl her Peygamberin mûcizesi kendi devrine âittir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise bütün beşeriyete Peygamber olarak gönderildiği için O’nun en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîm, bütün zaman ve mekânları şümûlüne alarak kıyâmete kadar devâm edecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve kudretini istidlâle medâr olmak üzere, çoğu kere fennî hakîkatlere de temâs edilmiş bulunmaktadır. Bin dört yüz yıldan beri fen sahasında vâkî olan baş döndürücü terakkî ve keşiflerin, O’nun hiçbir hükmünü tekzîb edemeyip, aksine dâimâ te’yîd edegelmiş olması da O’nun mûcizeliğini ortaya koymaktadır.

KUR’AN’IN MUCİZE OLUŞU

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân’ın mûcize oluşunu ve bu husûsiyetinin ebediyyen devâm edeceğini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmaktadır:

“Kur’ân-ı Kerîm, vukû bulacak her türlü fitneye karşı insanı selâmete erdiren, önceki toplumların haberlerini, sonrakilerin ahvâlini, insanlar arasında meydana gelecek hâdiselerin hükümlerini ihtivâ eden, hak ile bâtılı tefrîk eden, mâlâyânî olmayan, kendisini terk eden azgını Cenâb-ı Hakk’ın helâk ettiği, onun dışında hidâyet arayanı Allâh’ın dalâlete düşürdüğü, Hak Teâlâ’nın sapasağlam ipi, zikr-i hakîmi ve sırât-ı müstakîmi olan, kendisine bağlananların hiçbir zaman dalâlete düşmediği, onu söyleyen dillerin yanılmadığı, âlimlerin kendisine doyamadığı, çok tekrardan dolayı tâzeliğini aslâ kaybetmeyen, insanları şaşırtan mûcizevî husûsiyetleri aslâ nihâyete ermeyen, cinlerin onu dinledikleri zaman:

اِنَّا سَمِعْنَا قُرْاَنًا عَجَبًا

«…Gerçekten biz, hayranlık veren bir Kur’ân dinledik.» (el-Cin, 1) demekten kendilerini alamadıkları, kendisiyle konuşanların doğru söylediği, onunla hüküm verenlerin isâbet ederek âdil davrandığı, onu tatbîk edenlerin ecir gördüğü, ona çağıranın sırât-ı müstakîmi bulduğu ilâhî bir kelâmdır.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

KUR’AN HER YÖNÜYLE MUCİZEDİR

Kur’ân-ı Kerîm her yönüyle büyük bir mûcizedir. İşte bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm, o günkü fesâhat ve belâgatte zirveye ulaşan Araplar’dan ve kıyâmete kadar gelecek olan ins ü cinden, kendisinin benzeri bir söz ortaya koymalarını isteyerek asırlardan beri meydan okumaktadır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de ilk olarak Tûr Sûresi’nin 34. âyet-i kerîmesinde:

فَلْيَأْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ

“(Müşrikler, Kur’ân’ın Allâh kelâmı olmadığı iddiâlarında) sâdık (ve samîmî) iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler!” buyrulmuştur.

Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresi’nin 88. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurdu:

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هذَا الْقُرْاَنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

“De ki: İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki yine de bir benzerini yapamazlar.”

Müşrikler, bu ilâhî hitap karşısında âciz kalınca, Cenâb-ı Hak, onların bu husustaki mutlak acziyetlerini daha bâriz bir şekilde ifâde etmek üzere şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:

اَمْ يَقُولُونَ افْتَرَيهُ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

“Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de onun benzeri, uydurulmuş on sûre getirin! Eğer sâdık (ve samîmî) iseniz, Allâh’tan başka çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın!” (Hûd, 13)

Üçüncü safhada, saha biraz daha daraltılarak sadece bir sûrenin benzerini getirmeleri istendi. (bkz. Yûnus, 38) Bunda da âciz kaldıklarında dördüncü safhada herhangi bir sûrenin takribî bir nazîresi, yani kısmen olsun ona benzeyen bir söz getirmeleri istendi:

وَاِنْ كُنْتُمْ فىِ رَيْبٍ مِمَّا ‏نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَ كُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ ‏صَادِقِينَ

“Kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’dan şüphe ediyorsanız, haydi siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allâh’tan başka, güvendiklerinizi de yardıma çağırın.” (el-Bakara, 23)[3]

Bu âyetler müşriklerin acziyetini ufuktan ufuğa taşıdı, zaaflarını tescil etti ve âdeta dillerini mühürledi. Bu ilâhî meydan okumalara cevap veremedikleri için, yalanlama, kışkırtma, iftirâ gibi saldırgan tavırlara başvurdular:

اِنْ هذَا اِلاَّ سِحْرٌ يُؤْثَرُ

“…Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir.” (el-Müddessir, 24),

سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ

“…Süregelen bir sihirdir.” (el-Kamer, 2),

اِنْ هذَا اِلاَّ اِفْكٌ اِفْتَرَيهُ

“…Bu ancak, bizzat kendisinin uydurduğu bir yalandır…” (el-Furkan, 4),

اِنْ هذَا اِلاَّ اَسَاطِيرُ اْلاَوَّلِينَ

“…Bu ancak öncekilerin masallarıdır.” (el-En’am, 25) gibi hakîkati olmayan, ayrıca kendi kararsızlık ve tutarsızlıklarını da gösteren birtakım mânâsız iddiâlarla meşgul oldular.

Kur’ân-ı Kerîm’in bir sûresinin benzerini meydana getirmek husûsunda bütün düşmanlarına karşı vâkî olan bu meydan okuma, zamânımıza kadar bütün münkirlerin hüsran ve aczi ile netîcelenmiştir. Kıyâmete kadar da böyle olmaya devâm edecektir.

Hristiyanlar, Araplara Arapça öğretecek derecede ilim ve fesâhat sâhibi papazlar yetiştirmişlerdir. Fakat onların hiçbiri, bu Kur’ânî iddiâya karşı herhangi bir teşebbüste bulunma cür’etini gösterememiştir. Asırlardan beri İslâm’ın nûrunu söndürmek için canlarıyla ve mallarıyla gayret gösterip büyük meşakkatlere katlanan küfür ve ilhâd âleminin, onca zahmet ve meşakkat yerine -mümkün olsa- bu yola başvurmaları gerekmez miydi? Şu târihî gerçek bile, bu Kur’ânî meydan okumanın azametini ve O’nun karşısındaki düşman güçlerin acziyetini, red ve inkâra imkân vermeyecek bir sûrette ve açıkça göstermekte değil midir?

Bu hususta bir odaya kapanıp aylarca çalışan çok meşhur ve mâhir edipler çıkmış, ancak beyinlerini eritircesine gayret etmelerine rağmen bir âyet bile yazamamışlardır.

MUCİZELER KİTABI

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in sûrelerine nazîre yazmak isteyen Müseylemetü’l-Kezzâb ve benzerleri, yaptıklarıyla fevkalâde gülünç bir duruma düşmüşler; yazdıkları da komediden öteye geçemeyerek, ancak hamâkatlerini ortaya koymuştur. Çünkü Kur’ân, sâdece fesâhat ve belâgat mûcizesi değil, aynı zamanda bütün asırları, iç­lerindeki hakîkatleriyle birlikte kuşatan bir mûcizeler kitâbıdır. Böyle olunca, ne zaman ve nerede öleceğinden bile haberi olmayan, âciz bir beşerin, elbette ki eşsiz ve ulvî hakîkatler ihtivâ eden mûcizelerle dolu bir âyet ortaya koyması imkânsızdır. Nitekim beşerî müdâhaleyle yazılan bugünkü Tevrât ve İncîller’in hâli ortadadır. Her iki kitap da aslından uzak­laşmış, âdeta birer tezatlar kumkuması hâline gelmiştir.

Kur’ân’ın, günümüze kadar tesirinden hiçbir şey kaybetmeden gelen beyan mûcizesi bir kitap olduğunun en büyük ve inkâr edilemez delîli, tecrübe ve müşâhededir. İlk nâzil olmaya başladığı günden zamânımıza kadar on beş asırdır Kur’ân’a muârazada bulunup da gâlip çıkan olmamıştır. Tecrübe etmek isteyenler de bütün insanlığın huzûrunda rezil olarak kıyâmete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir ar yüklenmişlerdir.[4]

KUR’AN NE ŞİİRDİR NE DE NESİRDİR

Kur’ân-ı Kerîm, ne şiirdir ne de nesirdir. Bilâkis, hem şiirin hem de nesrin husûsiyetlerini cemeden bir üslûbu ve bu üslûba hâkim müthiş bir âhengi ve iç mûsikîsi vardır. İnsan ne zaman Kur’ân okusa, bu iç mûsikînin tesirini rûhunun tâ derinliklerinde hisseder.

Kur’ân’ın metninde en ufak bir takdîm-te’hîr veya herhangi bir değişiklik yapmak, âhengi ve mânâyı derhâl bozar.

Kur’ân-ı Kerîm, bu husûsiyeti ile insanların gönüllerinde fevkalâde güçlü bir tesir uyandırmış, Araplar, onu Resûlullâh’ın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fem-i saâdetlerinden dinleyerek fevc fevc îmâna gelmişlerdir. Bütün müşrikler, bir benzerini ortaya koyamamaları sebebiyle Kur’ân’ın fesâhat ve belâgatini vicdânen kabûl etmişlerdir. Onlar Kur’ân’ı, sâdece dünyâlık menfaatlerine uymadığı ve bir yetîme tâbî olmak nefsâniyetlerine ağır geldiği için reddetmişlerdir.

İbn-i Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre, müşriklerin dâhîlerinden Velîd bin Muğîre, birgün Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanına gidip kendisine Kur’ân okumasını taleb etmişti. Allâh Resûlü ona:

اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَائِ ذِى الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Muhakkak ki Allâh size adâleti, ihsânı, akrabâya yardımı emreder; fuhşiyattan, fenâlıklardan ve zulüm yapmaktan sizi nehyeder. Dinleyip tutasınız diye size öğüt verir.” (en-Nahl, 90) âyetini tilâvet etti.

Velîd:

“–Bunu bana bir daha oku!” dedi.

Peygamberimiz âyeti tekrar okuyunca, Velîd:

“–Vallâhi, bu sözde öyle bir tatlılık, öylesine bir güzellik ve parlaklık var ki, dalları bol yemişli, kökü sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. Bunu bir insanın söylemesi mümkün değildir. Hiç şüphesiz bu söz her şeye üstün gelir. Ona ise hiçbir şey gâlip gelemez, muhâliflerini mutlakâ mağlûb eder.” demekten kendini alamadı.

Hayretler içinde kalan Velîd, kalkıp Hazret-i Ebû Bekr’in evine gitti ve ona Kur’ân-ı Kerîm hakkında birtakım sorular sordu. Sonra Kureyşlilerin yanına giderek:

“–Ebû Kebşe’nin oğlunun söylediği şeyler, doğrusu hayrete şâyandır! Vallâhi o ne şiir ne sihir ne de bir deli saçmasıdır! O’nun söylediği, hiç şüphesiz Allâh kelâmıdır.” dedi.

Onun bu sözleri Ebû Cehil’e ulaşınca:

“−Vallâhi Velîd dîninden dönecek olursa bütün Kureyş de dîninden döner.” dedi ve hemen yanına giderek:

“−Ey amca! Kavmin sana vermek üzere mal topluyorlar. Muhammed’e gitmiş ve ondan bir şeyler istemişsin.” dedi.

Velîd:

“−Kureyş beni iyi bilir, onların en zengini benim.” dedi.

Ebû Cehil:

“−O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki, senin O’nu inkâr ettiğini ve O’ndan hoşlanmadığını kavmin bilsinler.” dedi.

Velîd:

“–Ne söyleyeyim? Vallâhi, içinizde şiiri, recezi[5] ve kasîdeyi benden daha iyi bilen kimse yoktur. O’nun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallâhi, Muhammed’den az önce öyle bir söz dinledim ki, ne insan sözü ne de cin sözüne benziyordu. Onun muhteşem bir tatlılığı ve hoşluğu var.” dedi.

Ebû Cehil ısrâr ederek:

“−Kavmin, O’nun aleyhinde bir şey söylemediğin müddetçe senden râzı olmayacaktır.” dedi.

O da:

“−Bırak beni, biraz düşüneyim.” dedi.

Sonra da:

“−Bu nakledilen bir sihirdir.” hezeyânında bulundu. (Hâkim, II, 550/3872; Taberî, Tefsîr, XXIX, 195-196; Vâhidî, s. 468)

Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün canlılığı ile şöyle tasvîr edilir:

اِنَّهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ثُمَّ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ثُمَّ نَظَرَ ثُمَّ عَبَسَ وَبَسَرَ ثُمَّ اَدْبَرَ وَاسْتَكْبَرَ فَقَالَ اِنْ هذَا اِلاَّ سِحْرٌ يُؤْثَرُ اِنْ هذَا اِلاَّ قَوْلُ الْبَشَرِ

“Muhakkak ki o, bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti!.. Sonra baktı, sonra surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp: «Bu (Kur’ân), başka değil, nakledilegelen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir!» dedi.” (el-Müddessir, 18-25)

Halkı Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyan azılı müşriklerden Ebû Süfyân, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerîk, geceleyin Kur’ân okuyan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i üç gece birbirlerinden habersiz, gizlice, zevk-i bediî îcâbı olarak dinlemişler, tesâdüfen karşılaştıklarında da kendilerini ayıplamış ve birbirlerine:

“–Aman kimse fark etmesin!.. Halk bizim bu hâlimizden haberdâr olursa, son derece rezil oluruz. Bundan sonra da hiç kimseye Kur’ân’ı dinlememeleri husûsunda söz geçiremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınadıktan sonra, bir daha böyle bir davranışta bulunmayacaklarına dâir aralarında ahitleştiler. (İbn-i Hişâm, I, 337-338)

Birçok insan, Kur’ân’ın özünde mevcut olan bu tesir sâyesinde Müslüman olmuştur. Bunlar arasında, Hazret-i Ömer’in, eniştesinin kapısına vardığında bütün öfkeli hâline rağmen Kur’ân kıraatini işitmekle kalbinin nasıl yumuşayıp düşüncelerinin altüst olduğu, çok bilinen bir gerçektir. Üstelik Hazret-i Ömer, mizâcının sertliği ile bilinen bir kimse idi.

 

KUR’AN RUHLARI CEZBEDİYOR

Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

وَاِنْ اَحَدٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ اسْتَجَارَكَ فَاَجِرْهُ حَتَّى يَسْمَعَ كَلاَمَ اللهِ ثُمَّ اَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُ

“Eğer müşriklerden biri Sen’den eman dilerse, onu himâye et. Tâ ki Allâh’ın kelâmını işitebilsin (düşünüp taşınsın, hakîkatlere muttalî olsun). Sonra onu emîn olduğu yere ulaştır…” (et-Tevbe, 6)

Demek ki Kelâmullâh sadâsının kulaklara ulaşması, îman nûrunun kalbe yerleşmesine vesîle olmaktadır.

Kur’ân sadâsındaki rûhları cezbeden âhenk ve mûsikî de, ondaki ses nizâmından, yâni kelimelerin, harflerin, sükûn ve harekelerin, uzun ve kısa hecelerin en uygun bir tarzda dizilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Ekseriyâ bir sesten diğerine geçişte oluşan müstesnâ âhengiyle kalpleri tahrîk eder. Mânâsını anlamayanlar bile, usûl ve kâidelerine uygun olarak okunduğunda, onun eşsiz sadâsı karşısında mütelezziz olurlar.[7]

[1] Diksiyon: Konuşulan dilde kelimenin seçilmesi, söylenmesi (telaffuz) ve düşüncenin kolaylıkla ifâde edilmesi. Fesâhat, belâgat, talâkat ve nâtıka kelimelerinin ifâde ettiği mânâların bütünü.

[2] İbn-i Atiyye, el-Muharraruʼl-Vecîz, I, 52, Beyrut 1413; Zerkânî, Menâhilü’l-İrfân, II, 325; Dırâz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 112; Abdülkâdir Atâ, Azametü’l-Kur’ân, s. 85.

[3] Ayrıca bkz. el-Kasas, 49-50.

[4] Bûtî, Min Revâii’l-Kur’ân, s. 126, 129, 130.

[5] Recez: Arap arûzunda bir “bahir”in adıdır. Kendisinde sür’atle yavaşlık hâlinin vurgulu ve ritmik bir şekilde buluşması sebebiyle, pek çok enstrüman ile de istîmâl edilmeye müsâit olan; bu sebeple, mânânın zihinde teksîf olmasına imkân veren; hem hüzün hem de sürûr hâllerinin dile getirilmesine imkân tanıyan bahr-i recezin 15 kadar fürûu olduğu ifâde edilir. (Tâhirü’l-Mevlevî, Edebiyat Lügati, s. 120, “recez” maddesi.)

[6] Bkz. Ahmed Cevdet Paşa, I, 83.

[7] Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’in okunması bile ayrı bir ilim olarak teşekkül etmiş ve o, on ayrı usûl üzere kırâat olunagelmiştir ki, bunlara “Kıraat-i Aşere” denilir. Her kıraat usûlünün, aynen mezhep imamları gibi “kıraat imamı” vasfıyla anılan müessisleri mevcuttur. Ülkemizde mâruf ve yaygın olan, “Âsım Kıraati”dir.

loading...