loading...

Dini Bilgiler

Rabıta nedir? Rabıta’nın edebi nasıl olmalıdır?

By  | 

Râbıta ile ilgili bilinmesi gerekenleri ve Râbıta’nın edebi…

loading...

” Günümüzde maalesef buda çok yanlış. Bu teknolojik gelişme sebebiyle bazıları Hak Dostlarının fotoğraflarını duvara asıyor. Telefonları ve tazim duyguları yanında taşıyor. Bu aslında doğru değil.

loading...

Asr-ı Saadet’te böyle bir şey yoktu. Onu seversin gönlünde seversin. Bir kağıt parçası üzerinde değil.

Onun halini, ahvalini onu senin sevgini göstermen onun haliyle hallenmendir. Ashab-ı kiram birbirlerini resimlerle hatırlamadı güzel ahlaklarıyla hatırladılar.

Onların bugün resimleri gelmiyor bize güzel ahlakları geliyor. Kıssaları geliyor.

Râbıta resimle hatırlamakla olmaz. Râbıta kalbi beraberlik demektir. Kalbi muhabbetle taze tutmak demektir. O kadar. Daha ötesine gidilmez. ”

TASAVVUF; SÂLİHLERLE BERABERLİKTİR

Şeyh Sâdî, hâl­ler­de­ki si­râ­yetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı; nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından, Cehennem’e dûçâr oldular. (Kocalarının peygamber olması bile onlara fayda vermedi.)”

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, mü’minleri sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmaya teşvik ederek:

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!”(et-Tevbe, 119) buyurmaktadır.

Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “sâdıklar olun” buyurmuyor; “sâdıklarla beraber olun” buyuruyor. Çünkü sâdık olmak, sâdıklarla beraberliğin en tabiî neticesidir.

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri der ki:

“Âyet-i kerîmedeki «Sâdıklarla beraber olun!» emri, dâimî bir sû­rette beraberliği ifâde eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifâde eder. Fiilî beraberlik, sâ­dıkların meclisinde kalp huzuruyla, fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibârettir.”

Sâlih zâtlara muhabbet duyup, onların gıyâbında da kendini onların yanında hissetmek, onların nazarıyla hayat ve hâdiselere bakabilmek, kişiye büyük bir mânevî zindelik kazandırır. İşte tasavvufta bu mânevî faydayı temin mülâhazasıyla; râbıtaya büyük bir ehemmiyet verilmiştir.

RABITA NEDİR?

Râbıta, muhabbeti dâimâ canlı tutmaktan ibarettir. Esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir insan yoktur. Herkes birileriyle kalben irtibat hâlindedir. Bir anne-babanın evlâdına, evlâdın anne-babasına, bir delikanlının nişanlısına, bir gencin sevip kendisine örnek aldığı bir şahsa da, böyle bir kalbî bağı vardır. Yani dünyevî ve fânî şeylerde bile, böylesine tabiî bir muhabbet bağı varken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez.

Tasavvufî mânâdaki râbıtanın en güzel misâli, ashâb-ı kirâm ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arasındaki muhabbet bağıdır.

Ashâb-ı kirâmın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle olan kalbî irtibatları sayesinde ruhlarında meydana gelen in‘ikâs ve insibağ, Efendimizʼin hâllerinin kendilerine transfer olmasıyla neticelendi. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e samimiyetle;

“Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet aldılar. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girerek Efendimizʼin gıyâbında da Oʼnunla hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde oldular. Bu kalbî beraberlik bereketiyle Cenâb-ı Hakkʼın müstesnâ lûtuflarına mazhar oldular.

Nitekim müşrikler tarafından tuzağa düşürülüp esir edilen Hubeyb -radıyallâhu anh-ʼın, Mekkeʼde şehîd edilmeden önce bir tek arzusu vardı: O da Rasûlullah Efendimizʼe muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek… Fakat kiminle gönderebilirdi ki?! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:

“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlʼüne ulaştıracak hiç kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti. O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsında; “Ve aleyhisselâm!” buyurdu. Bunu duyan ashâb hayretle:

“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:

“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye Anlaşması öncesinde de Hazret-i Osman’ı, elçi olarak Mekke’ye göndermişti. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattıysa da müşrikler izin vermediler. Ayrıca onu göz hapsine alarak:

“–İstiyorsan bir tek sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Kendisini Allah ve Rasûlü’ne adamış olan o mübârek sahâbî ise, muhteşem bir sadâkat dersi vererek şöyle dedi:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum…” (Ahmed, IV, 324)

Öte yandan, Hudeybiye’de bekleyen mü’minlere Hazret-i Osman’ın şehîd edildiği şâyiası ulaşınca, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, onun bu sadâkatine daha muhteşem bir sadâkatle karşılık vererek, gerekirse müşriklerle harbetmek üzere ashâbından bey’at aldı. Sonra, bir elini diğer elinin üzerine koyup:

“Allâh’ım, bu bey’at da Osman içindir. Şüphesiz o, Sen’in ve Rasûl’ünün hizmetindedir.”[3] buyurarak ona olan îtimâdını izhâr etti.

İşte ashâbın, Allah Rasûlüʼnün gıyâbında da sahip olduğu kalbî beraberlik duygusu böyleydi. Âdeta farklı bedenlerde, aynı yürekle yaşıyorlardı.

KALBÎ BERABERLİK: RÂBITA…

Râbıta mevzuunda sahâbe içindeki en zirve misâl ise, şüphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın Peygamber Efendimizʼle olan kalbî irtibâtıdır.

Hazret-i Sıddîk, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe öyle derin bir muhabbetle bağlıydı ki, Oʼnun bir tebessümüne dünyaları vermeye râzı hâle gelmişti. Oʼnun yolunda her şeyini fedâ etme arzusu içindeydi. Hattâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında bu cömert arkadaşını taltif ederek;

“Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Bütün varlığını Allah Rasûlü’ne fedâ eden o sadâkat timsâli sahâbî ise, bu sözden bile bir nevî ayrı görülme mânâsı sezerek nemli gözlerle;

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Böylece kendisini bütün varlığıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’na cân u gönülden râm olduğunu ifâde etti. Çünkü onun gönlü, artık Allah Rasûlü’nün kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline gelmişti. Bu sayede nebevî esrârın en yakın mahremi olmuştu. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazanmıştı. Öyle ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda, ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmış olmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Rasûlü’nü ebedî âleme dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.

Onun bu ince kavrayışını gösteren misallerden bir diğeri de şudur:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra şöyle buyurdu:

“−Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..”

SICAK GÖZYAŞLARI…

Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hazret-i Ebû Bekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu, akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi.

Bu esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû Bekir’in mahzun gönlünü teselli, hem de ashâbına onun değerini beyan etmek için, sözlerine şöyle devam etti:

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.

Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebû Bekir’i dost edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:

“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın![4] Zira ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum…”[5] buyurdular.

Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebû Bekir’ın kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne mânevî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbetle açılabilir.

Velhâsıl gönüldeki muhabbeti taze tutmak demek olan râbıta; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ulaşan mürşid-i kâmiller silsilesiyle kalbî irtibâtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten mânen istifâde etmeye çalışmaktır.

loading...